HUŞGELİPSİNİZZZ:) - D.bakır proje kodları

üye girişi
ÜYE OL
kurtlar vadisi karışık
HaCKiNG
Öss - 1 Coğrafya Soru Çözümleri
TARİH
komutlar
matematık video anlatım
günlük burç tahminleri
mp3
kodlar
SAYAÇ
gazete
GALERİ
Html kodları 2
html kursu
Kendi radyonu kur
klavye kısayolları
çok ilgi çeken kodlar
aşk-ölçer
Beyin jimlastiği
tüm istediğin program burda
ziyareççilerre bire bir görüşme
Resimler
dost siteler
şiirler
online video
HaCKeR lıgı ögren
Animasyon kodları
sitenize eklemeniz gerek html kodu
Tasarım
Renk editörü
Buton Setleri
D.bakır proje kodları
=> eski D.bakır
=> D.bekir haritasi
=> Geçmişten bu gune D.bakır
=> D.bakırın tarihi
=> D.bakır tarihi eserleri
=> uydudan çekılmış fotosu
=> nufüsu
=> seyh sayit efendimiz
=> seyh sayit isyanı
=> amed fotoları
=> D.bakırdakı patlama
=> eski amed
=> G.dogunun parisi
=> resimler 2
=> ergani çayönü
=> şampiyon karpuz
=> D.bakır Büyük şehir belediyesi
link verme
Tamİndir Program Listesi
komutlar 2
flash şiir
Link listesi
ayt
SENDE GELECENMMİ!
KÜNYEMİZ
farklı uzantılı msn AL



 

Sezai Karakoç'un Yazılarında Şiir-Şair İkilemi

Giriş:1993’te yayımlanan bir makalede, Karakoç’un Şiirlerinde Şiir-şair İkilemi’ni ele almıştık, Yedi İklim’in Sezai Karakoç Özel Sayısı’nda. Bunu şiirinde ele alırken yazılarında da bu ikileme dair kimi karşılaştırmaları hazırlamıştık.  Zaman içinde insan yazı yayınlamaktan uzak düşüyor, bazen. Yıllar önce yazdığımız bu iki çalışmayı üzerinden 15 yıl geçerken ilk kez bir arada yayınlıyoruz. Ayrıca Sunay Akın’ın bir yazısına da yazdığım eleştiriyi ilk kez yayınlamaktayız

. Umarız, denenmemiş bir biçimde Karakoç’un şiir-şair hakkında  düşüncelerine yabancılığınız ortadan kalkar.

Diyarbakır’a daima sevdalı olan Şairi, Düşünürü, Fikir Çilekârını şehrimizde ağırlamak isteği yıllardır olmasına rağmen bunu bir türlü gerçekleştiremediğimizden dolayı üzgünüz. İkinci Yeni Kuşağı’ndan bu güne bir çok şairle birlikte ismi anılan, Nuri Pakdil-Necip Fazıl Kısakürek beraberinde sac ayağı oluşturan Karakoç, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunu okumuş, Diriliş’i yayınlamış, Nuri Pakdil’in Edebiyat’ı ile bu üçlülük tamamlar gibidir.

Karakoç’un şaire ve  şiire bakışına dair tespitlerin iyice anlaşılması için üç isim hakkında toplu değerlendirme yapmak istiyoruz.

Necip Fazıl, Büyük Doğu’yu aylık-haftalık-günlük yayınlamışken kendisi de aynı biçimde Diriliş’i yayına hazırlamıştır.

 Her iki şair ve yazar, fırsat buldukça sadece kendi kitaplarını yayınlayabilmiştir.

 Bu Nuri Pakdil için geçerli değildir. Pakdil, Edebiyat çevresinin de eserlerini yayınlar. Bu yönüyle sadece kendi eserleriyle yayıncılık yapmaz. Pakdil, etrafına toplanan  gençler, okumuş, aynı çevreden gelen isimlerdir. Onlar, daha önce Büyük Doğu ile tanışmış isimlerdir.

 Diriliş için bu böyle değildir. Karakoç’un etrafında Diyarbakırlı olanın dışında başkasına  rastlanmaz, ilk zamanda. İslamî Edebiyat’ın elit kesiminde, entelektüel bazda ele alınışında Maraşlı sayısının çok oluşu karşısında Kısakürek’le Pakdil’i  daha fazla ön plâna çıkartmıştır. Karakoç, okuyanı çok olmasına rağmen çevresinde insan sayısı az olan biridir.  

Kısakürek, Cumhuriyet’in ilk yıllarında karşı çıkış olarak görülen yönüyle herkes tarafından bilinmiş, bu tarz ifade ile Kısakürek Büyük Doğu ekolü ile yerini alan ilk isimdir.

Kısakürek’in çizgisinde aynı izleri taşımakla birlikte anlatımda ve dilde farklı olan, fikirde birliği değişik olmayan Pakdil, entelektüel ortama ısrarla yeni bir ekolü taşımıştır. Edebiyat çevresi daha çok okumuş olanlara felsefî ve edebî manada dünü ve bu günü karşılaştırarak kültürel alanda inancın sanat boyutuyla ele alınması yoluyla, “aydın” tabir edilen kesime seslenmek istemiştir.

Sezai Karakoç, bu iki ismin beraberinde geliştirmiş olduğu çizgide benzerliklerden uzak değildir. Onun da bir süreli yayını vardır, onun da edebiyatın her alanında eserleri vardır. Kendisine has oluşturduğu çevresi bulunmaktadır.

Kısakürek, Büyük Doğu idealini partileştirmek istemiş ise de bu çabası Fikir Kulübünde kalmıştır.  Pakdil, Edebiyat’ı dar bir çerçevede öğrencileriyle birlikte yaymaya çalışmıştır. Onun partileşme gibi bir endişesi ve çabası yoktur. Karakoç ise Diriliş’i partileştirmiştir: DİRİP.

Karakoç’un diğer iki isimden ayrılan yönü, Parti kurmasıdır. İki kez seçime katılmadığı gerekçesiyle DİRİP, kapatılmıştır. Tekrar partileşme ideali söz konusu olmuştur. Diriliş Partisi yine öğrencilerinin etrafında ortaya çıkar. Şakir Diclehan, Karakoç’un en büyük yardımcısı olarak görünür. Kısakürek’te bu isim daima değişkendir. Pakdil’de ise Necip Evlice(İdris Hamza)’dır.

Kısakürek ve Karakoç’ta dil, Arapça ve Farsça kelimeleri dışlamayan bir dildir. Pakdil’de dil, sol kesimin ısrarla savunduğu Öz Türkçecilikten bir adım ileride görülür. Lakin İslamî duyarlılık,  ısrarlı dil anlayışında yerini korumuştur. Bu tarz, sanki entelektüel kesim içinde İslamî alanda sanatçıların da var olduğu esasına dayalı gibi görünür.

Bu üç ekolün beraberinde Mavera, her ne kadar 14 yıllık bir  yayına sahip ise de Kısakürek ve Pakdil gibi çoğu Maraşlı olan topluluk, Ahmet Cahit Zarifoğlu, Özdenören Kardeşler, Mehmet Akif İnan, Adil Erdem Bayazıt gibi isimlerden oluşmuştur. Mavera’nın bir bölümü Edebiyat’tan kopmuş, bir bölümü de Büyük Doğu’dan gelmiştir. İçlerinde Diriliş’e mensup isimler olmamasına rağmen, kendileri Karakoç’a yabancı değildir. Özellikle şiir alanında Zarifoğlu, Diriliş’e çok şey borçludur. Çünkü şiirleri Karakoç etkisindedir.

1980 sonrasında çeşitlenen bu alandaki ayrışmalar, “aylık dergi” olmak üzere bir çok yayın çevresini oluşturmuş ise de çabaların kişilere endeksli oluşu, bu alanda isim yapmış olanların gölgelenmemesi adına gelenek tavrı, uzun dergilerin çıkmasını engellemiştir. Bu eksikliğin nedenlerinden biri de seslenilen çevrenin sanattan ve edebiyattan daima soğuk duruşudur. Şehirleşmede ön plânda olan elit kesim, beraberinde aldığı destek esintileriyle bu tarz çıkışları, fikir akımlarını daima engellemek istemiştir, gazetelerin işi başka mecralara çekmesi, verilen konferanslar, dinamo isimlerin maddî açıdan desteklenmemesi, mevcut olanla barışma ve böylelikle ayakta durma isteğinin olmaması, seslenmenin bir çerçevede aksini bulmamasına sebep olmuştur. Bu alandaki isimler, kendilerinin varlıkları etrafında kitleleri sürüklemek istemişlerdir. Bu da elbette bir noktaya kadardır. Kemikleşmiş bir yapının olmayışı, seslenilen kesimin daha çok kırsal alanda oluşu, yılların birikimi ile ortaya çıkanların aynı zamanda dinî ritüelleri de beraberinde taşıması, zaman içinde isim yokluğu sebebiyle alternatifsiz oluş, edebiyatçıların edebiyat dışındaki alanlarla da uğraşmasına sebep olmuştur.

Kısakürek, bazen fikrinin ideoloğu olarak sahnededir, tiyatro eseri kaleme alır, şairdir, felsefecidir, öykücüdür, tarihçidir, politikacıdır, gazetecidir, yayıncıdır, akademisyendir. Tek başına bu kadar alanla uğraşan başka bir isim bulmak zordur, belirttiğimiz çerçevede. Bazen dinî alanlarda kitaplar yazan âlimdir.

Pakdil’de dergicilik, tiyatro eseri, şiir, tercüme, deneme, notlar, öykü etrafında derli-toplu bir görüntü vardır. Bu daha çok, ileride kıymeti anlaşılabilecek bir akımdır.

Karakoç aynen Kısakürek gibi  dinî alanlar (Fikrî eserler) dahil olmak üzere biraz daha itinalı görüntü çizer. Onun eserleri, ne kavgacı yapısı ile NFK benzeridir, ne de fikirden çok işi sanata yönelten Pakdil’e benzer. Karakoç, Anadolu’da tek başına düşündüğünü gerçekleştirmek ister. Onun düşüncesi her yerleşim alanında bir Diriliş insanı yetiştirmektir.

Bu üç isimden konumuz olan Karakoç, ne yazık ki “Mona Roza” denilince hakkı teslim edilen şair olarak bilinir; Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar Şairi” olarak tanıtılması gibi. Fakat şaire yapılan haksızlık, adeta cevap bekleyen bir tarzda yoğunlaşsa da Karakoç, daima suskunluğunu bozmamıştır. 

 Karakoç, kimilerince yok bilinmiş, kimilerince satır aralarında ismen hatırlatılmış, bazılarınca kendi çerçevelerine alınmamıştır. Coşkun nehirler, hiçbir zaman sed kabul etmez. Önlerine vurulmak istenen engeller, sonuçta ortadan kalkar. Karakoç, bu yapıda bir isimdir.

Bu üç ismin beslendiği kaynak, -kabul edilir veya edilmez- Mehmet Akif’tir. Her üç şair-yazar-fikir adamı, Mehmet Akif çizgisinde gelişen yolda yetişmiştir. Mehmet Akif, Osmanlı Dönemi’nde oluşturduğu intiba ve geliştirdiği çizgi ile dergicilik yönü, polemik anlayışı, hitabet yönü, İslamî çerçevede bilgisi, şairlik cephesi, makale yazma, olayları hikâye etme ve tüm bunları fikirle bir arada verme tavrıyla üç isme zemin hazırlamıştır: Kısakürek, Pakdil, Karakoç.   

Bunu öne sürmemiz belki başkası için iddia olabilir. Lakin doğrusu da budur. Bunu yaşayan Pakdil de Karakoç ta reddetmez.

Kısakürek polemikçi iken Karakoç ve Pakdil, polemikten uzak durmuştur; Edebiyat’ta Pakdil’in bir-iki polemiği hariç.

Kısakürek, Borazan, Ağaç ve Büyük Doğu’da yazmak isteyen bir çok isme sayfalarını açar. Aziz Nesin’den Oktay Akbal’a uzayan çizgide bir çok imzayı tanıtır, yayıncı çevresine.

 Karakoç, İslamî çevre dışında başka şairlerle yazarlarla bir arada bulunmuştur. Cemal Süreyya olmak üzere bir çok arkadaşı vardır. Karakoç’un şiirleri Diriliş öncesinde yer yer yayınlanmıştır.

Yine de Diriliş’te imza sayısında azlık vardır ve imza sahipleri aynı çizgidedirler.

 Pakdil, etrafındaki isimleri seçer, kendi kozasını kendisi örer. Edebiyat’ta farklı çizgiden isimler bulunmaz. Bu bazen ”Birkaç imza ile dergi çıkartılıyor.” eleştirisini gündeme getirir. Edebiyat, bu tarz çizgisini kesinlikle terk etmez.

Her üç isim için de dergiler özel sayılar çıkartmıştır. Hatta Yedi İklim Dergisi Sezai Karakoç için iki özel sayı çıkartmıştır. Aynı biçimde Necip Fazıl ile Nuri Pakdil için özel sayı çıkmıştır. Türk Edebiyatı, Kısakürek  ve Karakoç için özel dosyalar hazırlamıştır. İsmini zikretmediğimiz bir çok dergi benzer dosyaları yayınlamıştır.

 Nuri Pakdil, daha çok kıyıda kalmayı amaçlamış, kalabalıklar içinde görünmek istememiştir. Fakat www.edebiyatdergisi.com ile uzun zaman önce yayınlanan Edebiyat’ın devamı niteliğinde olan bu çaba, Pakdil’in yeni kitaplarının vitrini misalidir. Karakoç, sanal âlemde Diriliş’i tanıtma uğraşı içine girmemiştir.

Karakoç ile Pakdil, hiçbir zaman fotoğraflarının çekilmesinden hazzetmez. Onların fotoğraflarının bilinen sayısı onu geçmez. Bu fotoğraflar da rızalarının dışında çekilmiş gibidir. Kim bilir, belki Ali Emirî Efendi gibi fotoğraftan hoşlanmama sebepleri vardır. Yüzlerinin tanınmaması, fikirleriyle bilinme isteğidir, bu iki ismi fotoğraftan uzaklaştıran sâik.

Karakoç, Diyarbakır’a gittiğinden beri gelmemiştir. Ergani’ye birkaç kez gelip gittiği bilinir. Karakoç’a Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca verilen ödül bile şairlerin kalabalıklar karşısına geçmesini sağlamamıştır. Bu ödül için tören istememiş olması, kendi iç dünyasında önemlidir. İsminin Diyarbakır’da bir liseye bir bulvara verilmesi bile şairinin ilk esnada haberdar olmadığı bir durumdur.

Karakoç, eserlerinde (şiir ve hatıralarında) Diyarbakır ve Ergani’den bahseder. Ergani Halk Kütüphanesi’ne çıkan her eserini muntazam olarak gönderir. Erganili olması sebebiyle Makam Dağı, onun için ayrı bir önem taşır. Müstearlarında “Zülküf” adı geçer. Zülkifl Nebî, bir çok kitabında yerini alır.

2000’li yıllarda oluşum içinde olan “Uzak Ülke” adıyla çıkan bir dergide Şairi Diyarbakır’a getirmeyi konu alan yazımız, dergide hayatiyet bulmadı. En azından bu yazının yer almasını çok isterdik, bu gün bu makalemizi ele alışımı zengin kılma adına da olsa.

Bir makalemizde şehri dünya gözüyle görmeden giden Hattat Hamidü’l-Amdî ile Ahmed Arif’ten bahsederek, Sezai Karakoç’un davet edilmesi gerektiğinden söz  etmiştik.

Günümüzde kimi yazarlar ve şairler, davet edilmedikleri için gelememiştir, şehirlerine. Gelseler bile kimsenin duymasını istemez. Biz Sezai Karakoç’u şehrine, Diyarbakır’a ya davet etmesini bilmiyoruz ya da davete ön ayak olacak isimler bulamıyoruz. Yakın zamanda şehrimize gelen Malatyalı bir şair ile konuşmamızda çıkarttığı dergi ve kitaplar hususunda konuşma imkânı bulduk. Çıkardığı dergisinden yana kimi açıklamalar yaptıktan sonra gece yarısına ulaşan sohbet, ertesi güne yerini bırakmıştı.

Şair-Yazar-Fikir Adamı Sezai Karakoç’a ilişkin bu uzun açıklamaları vermemizin sebebi, Diriliş Ekolü’nün çıkış sebeplerinin ve çıkışından günümüze uzayan çizgisinin anlaşılması içindi.

Karakoç konusunda kimi zaman çalışmalar yaptık. Bu çalışmaları zaman içinde sizinle paylaşmaya çalışacağız, şimdi. Kitaplaşma aşamasına doğru bu makaleleri, www.diyarbekirim.com’da da tartışmaya açıyoruz. Yazdığımız fakat yayınlamadığımız kimi eleştiriler de bulunmaktadır. Üzerinden zaman geçmesine rağmen bu eleştirilerin önemli olduğunu gördüğümüz için aynı tat ile okuyacağınızdan eminim.

 

              Sezai Karakoç’un Balkon Şiiri Üzerine Görüşler/Bir Deneme Yazısı

Sezai Karakoç’un şiirlerinin izahını yapmak, bize düşecek görevlerden değildir. Biz, bunun üstesinden gelecek bilgi birikimine fazla sahip değiliz. Olsa olsa kıyıda ve köşede okuduğumuz yazılarının, elimize geçen kitaplarının ve dergilerinin sayesinde kalem erbabı olma yolunda karınca misali bir mesafe alabildik.

Şairlerin kimi şiirlerinin tahlil edişlerine baktığım zaman ya yazmayı bilmediğimi ya da tahlil yapanın okuma-yazmasının olmadığı fikrine kapılırım, çoğu zaman. Böylesi durumlarda bu tarz yazıları yazar, dosyalar ve zamanı gelirse sunmaya çalışırım. Yayınladıklarımız da bir elin parmaklarını geçmedi bu güne kadar.

 “Balkon” şiirine ilişkin kimi açıklamaları vardır, Sunay Akın’ın:

Nasıl olur da, bir şair balkonsuz bir ev düşünebilir?... Sezai Karakoç, şiirinde çocukları balkondan düşen annelerin dramını anlatır. İyi de çocuk pencereden de düşebilir. Evleri penceresiz yapan mimarları alnından öpmeye mi koşmalı? Bu şiir taşıdığı ‘yasakçı” anlamıyla beni hep rahatsız etmiştir.”

Sunay Akın, bu düşüncelerini  Milliyet Gazetesi’nin 25 Ocak 1995 Tarihli sayısında yayınlamış. “Veşaire Veşaire” isimli köşesinde  daha önce Cemal Süreyya’ya atfen yazdığı “Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız” dizesinin Sezai Karakoç’a ait olduğunu bilmediğini, bu dizenin Süreyya tarafından yazıldığını bildiğini belirtmiş. Oh ne ala memleket!... Sebebini de Feyza Perinçek’e bağlar. Perinçek, “Cemal Süreyya Arşivi” adlı çalışmasında Süreyya’nın bu dizeyi 23 Temmuz (1972) tarihli eşine yazdığı bir mektupta kullandığını belirttiği için Sayın Akın, yanılmış.

Sayın Akın da bunu bilmeden kullanmış.

İyi güzel de Sezai Karakoç’a ait bu dize Cemal Süreyya arşivinde ne arar? Akın’ın muhayyilesi bunu almıyor… Daha doğrusu hoşuna giden bu dizenin,  Karakoç’a ait olduğu bir okur telefonuyla ortaya çıkınca yaptığı hatanın acısını Balkon Şiiri ve dolayısıyla  şiirin Şairi olan Karakoç’u eleştirmekle örtbas etmek istiyor. Yahu bu mantık ne zamana dek sürecek, işlerliğini yitirmeden ayakta duracak? “Bu şairin bu dizesi güzel de bakın ne biçim saçma şiir yazıyor.” demeye getirecek aklınca ve son sürat işinin gereğini yapıyor; tüm acemiliğiyle. Sanki bu dizeyi yazan Karakoç, sıradan bir insandır ve tanınmaması gereken biridir.

Karakoç, bu Balkon isimli şiirinde neyi belirtmek istemiştir? Şairin bu şiiri niçin yazdığını bile bilmemektedir. Şiiri yorumlama kabiliyeti yaptığı açıklamada ortadadır. Bay Yabancı, yasakçı zihniyetin esiri olarak, bu dizelerin şairini suçlamış. Sanki bu şiiri birkaç kez okumuş, Sezai Karakoç’u hıfz etmiş biri edasıyla konuşuyor:”Bu şiir taşıdığı ‘yasakçı” anlamıyla beni hep rahatsız etmiştir.”

Bay Yabancı, siz hangi edebiyat alanında otoritesiniz? “Yasak” demekle kast ettiğiniz nedir? Bu şiir, 1980 Senesinde mi yazılmıştır? Kimleri övmüştür, bahsettiğiniz şiir?

Bu şiiri kaç kez okumuşsunuz ve bu şiirden anladığınız bu mudur?

Yapma be Bay Yabancı!... Sen, şairin bu şiirini seni uyaran biri olduğu için arayıp, bulmuş ve okumuşsun!... Belki bu şiiri, yakın çevrenden birinden almışsındır. Belki eline başka bir şiir tutuşturulsaydı, onun da şairi Karakoç olduğu için aynı satırları karalardın… Peki sen bu şiirin şairine “Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız” dizesinin içinde olduğu şiirin Cezayir’deki olaylarla ilgisi olduğunu söylese biri ne yaparsın? Bizimkisi varsayım olsun!.. Bu Şair, senin bu açıklamalarınla-incilerinle- değerinden bir şey mi kaybeder, kaybedecektir? Haydi Cezayir’de olanı ve biteni bir anlat, bakalım!...Bir milyon Cezayirli insana ne oldu? Şayet bu konuda alıntısını yaptığın şiirin tümünü yayınlasaydın, sana daha başka sorular soracaktık.

Yine de merakta kalmaman için Karakoç’un Cezayir’e ilişki  dizelerinden bir kaçını veriyoruz:

            Cezayir süt sirkidir

Yurdunu sevenlerin

Gözlerini kimse bağlamaz

At üstünde can verirler

Atla birlik güneş doğarken

Ve yaşar Cezayir

 

Şimdi Fransızlara karşı Karakoç’u anlayabildin mi? Sana Macarlar ve Polonyalılar ve diğer ülkeler için yazdıklarını aktaramadığım için üzgünüm!...

Bay Yabancı, sen Mona Roza’yı okumuş musun? Ey Sevgili şiirini okumuş olsaydın, şairi yine anlar mıydın, bu tavrınla. Sahi Karakoç’un hangi şiirlerinden örnekler vermek lazım, Bay Yabancı’ya?

Bu yazımız olduğu gibi Balkon’un açıklamasına dairdir. Bay Yabancı’ya sadece işin katalizörü olarak  bakmak lazım. Onun için yıllar sonra yazdığı bir yazının ikinci bir eleştirisi hoş olmaz. Biz yine de bunu etik olarak belirtelim.

Hem çocuklar için yazılmamış bu şiiri diline dolayarak Nazım Hikmet’i ele almışsın ve çocuk ölümlerini engelleme konusunda tercihini Nazım’dan yana kullanmışsın. Oyunu Nazım Hikmet şiirine vermeniz sizin insiyatifinizde. Size Hiroşima’yı da anlatabiliriz, sayfalar dolusu. Konumuz Hiroşima değildir ve Nazım da değildir. Nazım’ı da konu alan bir makalemiz söz konusu olsaydı, bu bahiste size bunu da detaylı anlatır, engin bilginize bilgi katardık, netekim!.. Onun içün burası yeri ve zamanı değildir. 

Yazara-Bay Yabancıya- sormak lazım:”Sen balkonlu evlerden ürker misin? “

Karakoç’un çocuklarının Diriliş ülküsüne gönül vermiş olanlar olduğunu bilmene rağmen… Akın, şairin küçük çocukların dikkatsizlik sonucu balkonlardan düşmemesi için annelere bu şiirle seslendiğini mi zannetmiştir? Akın, bunu bilmeyecek derecede biri değildir.

Sayın Akın, anneler vardır, çocuklarının derdiyle yanan. Anneler vardır, elleri balkon demirlerinde çocuklarını gün boyu bekleyen. Anneler vardır, çocuklarının nerede olduğunu bilmediği için yüzlerindeki en son tebessümü hayalinde dondurup bağrına taş basan. Anneler vardır, hayatta iken çocukları ölmüş olan. Anneler vardır, ömrünü adadığı çocukları için ağıtlar yakan.

İslam kültüründe ve mimarisinde balkonun olmadığını niçin bilmezsin? Evlerin insan hayatı için ne derece özel olduğunu da bilmektesin. Balkonların özel hayatın dışa açılan penceresi olduğundan da haberdarsın. Balkonların bizim yaşantımıza uymadığını da bilmektesin. “Bizim” dediğimiz hayat, anladığın ölçüde değil, yalnız. Ben, en az 1000 yıllık geçmişi anımsatmak istiyorum, size.

Sunay Akın, Balkon’u “balkon” olarak algılamış iseniz “Kapalı Çarşı” şiirini de “Mısır Çarşısı” biçiminde düşünmüşsünüz. Bilirsiniz, İstanbul’da bu isimde bir çarşının bulunduğunu. Bu şiirde de ahlâkî değerlere  ve inanca karşı çıkanların Balkon’da oldukça kapalı tarzda eleştirildiğini bilmen lazım. “Kapalı Çarşı” denince Orhan Veli de akla gelir, unutmayasın.

Sana iki dizeyi yorumlaman için yardımcın kesilelim:

“Kapalı çarşı içinde kapalı rüya çarşıları

 Kapalı çarşı içinde öfke ve af çarşıları “

 

Bakın, size Karakoç’un başka iki dizesini hatırlatayım, belki Balkon ile daha iyi anlaşılır diye Sesler’den:

Ben Kristof Kolomb’un uşağı değilim

  Ben ırmakçıyım denizci değilim

  Kulağımda ne bir aşk ne de bir kürek sesi

  Bir meydan uğultusu barbar bir inşaat sesi”

 

Bilir misin Sayın Bay Yabancı,  Kristof Kolomb, uşak, denizci ve barbar bir inşaat sesi ne anlama gelir ve Karakoç, “…uşağı değilim” demektedir. Ondandır, balkonlara düşmanlığı ve balkonları deniz körfezlerine benzetmesi. Her körfez denize açılan kapı değil midir?  İnsan yutan, medeniyetler yok eden denizler karşısında “Irmakçıyım” diyen Şairin yabancısı değil Dicle, Fırat, Nil ve diğer coğrafyasındaki nehirlerin sevdasıyla iç içedir. O yıktırılan İnka’nın, kandırılan ve daima barış için yaktırılan-tüttürülen çubukların haince tutulduğunun bilincindedir. O, barış çubuklarının daha fazla kızıl derili insanlarının ölümü demek olduğunu bilir ve bunu ilan eder, şiirini okuyana:

Ben Kristof Kolomb’un uşağı değilim”

Bir başka dizesini aktarayım size:

Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz

Batı’ya düşmandır, Şair. O denli düşmanıdır ki medeniyetine göz dikenlerin. Bak, açıkça belirtir durur:

Patron oldu ama hala uşaktı

Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı

 

Şimdi alıyor musun, şiirini? Bilmiyorum, yazdığım senin eline ulaşacak mı kitap kapağı arasında?

Şimdi ben sana Balkon’u anlatacaktım. Sırası mı diğer şiirlerin açıklamasına girmenin? Kusura bakmasın, bu satırları okuyan-okuyanlar.

Çocuğun balkondan düşmesi, söz konusu değildir, şiirde. Söz konusu olan çocuğun balkon içine düşmesidir. Balkon, dışa açılıyorsa ve çocuk balkona düşüyorsa ne olacak?  Lakin Şair, “düşerse” , Sunay Akın ise “Balkondan düşerse” der. Balkon ile ev arasında bir ilişki var, bilirsiniz. Karakoç, bu ilişkinin ötesini sorgulamaktadır.

Ben, açık ve ferah evleri, balkonlu hapishaneyi çağrıştıran evlere tercih ederim, velev ki balkonlu evler, saray bile olsa. Balkonlu evlerden hazzetmem. Her balkonlu ev gördükçe iğrenirim, içindeki insanlara acırım. Kalkıp böylelikle beni “apartman düşmanı” ilan etmeye de kalkışmayın. Çünkü kastedilen balkon olsaydı, haklısınız.

Balkonların demirli olmasındaki mecazı kavrayamamak, ilk bakışta doğal sayılır. Tabiî karşılanmayan Karakoç’un balkonlu evleri istemeyen biri olarak tanıtılmasıdır. Keşke şairine müracaat etseydiniz de bizim kültürümüz ile batı kültürünü yaşantıları ile anlatsaydı size, Karakoç.

            Çocuk düşerse ölür çünkü balkon

Ölümün cesur körfezidir evlerde

Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların

Anneler anneler elleri balkonların demirlerinde

 

Şimdi size konunun daha iyi anlaşılması için uzun uzadıya bu şiiri okurken aklıma gelenleri, sabırla aktarmaya çalışayım. Umarım sıkılmaz ve okumaya zaman bulabilirsiniz:

İnsanı dar kalıplarda düşünmeye ve yaşamaya iten şartlar… Evlerdeki balkonların küçüklüğünü bilirsiniz …  Evlerde  yaşadığımız şartlar gereği, balkonlar küçük tutulur. Çünkü şehirleşme ile toprağın değerlendirilmesi artar. Böylelikle sınırlı oranda olan toprak üzerine konutlar yapılır.

Psikologlar, dar evlerde yaşayanların kimi sıkıntılar içine düştüğünü söyler. Balkonlar da ferahlama yeri olarak görülür. En azından küçük hapishane olan evde gökyüzünü görmeye can atan mahkûmun tabiatlı görmesine, caddede geçen insanları görmesine olanak verir.

Evlerdeki balkonun küçüklüğü ile insanın içinde hissettiği balkon, şairine göre –iyi anlamanız için- ”Bir tabut kadar yer tutar.” Tabut- düşmek-son gülümseme ve ölüm… Bedenlerin serbest ve ruhların esir olduğu anı ve mekânı belirtmemiş olan şairin içindeki balkonla (tabutun) kapladığı yeri özdeş tutması ilginçtir. İnsanın çok katlı binalarda küçük bir balkondan etrafı seyre dalması ile bahçeli bir evin önünde dışarıyı seyre dalma arasındaki farkı iyi bilmek gerekir.

Bu farkı algılamaktan uzak durmamalıdır, insan. Ki fikir bazında düşüncenin balkon ölçüsündeki alan kadar serbestliği tabut, kefen ve ölü üçlemesiyle insan muhayyelesinde düşündüğünü dille, yazıyla ikrar etmenin serbest olmadığı bir zaman canlanır, adeta.

 Sezai Karakoç’un şiirlerinde imla ve noktalama söz konusu değildir, bildiğim. Bu sebeple anlatılmak istenen ilk bakışta anlaşılmaktan uzak olduğu hissine kapılır, insan. 

Düşünce serbestçe belirtilemiyorsa ve hayat zorlamalarla yüz yüze bırakılmak isteniyorsa beden dışarıda, ruh da hapiste ise hakikatten düşünen insanlar birer yaşayan ölü değil midir? Demirli balkonlarda çocuklar niçin ölsün? Ya bu demirler balkonlardan düşen çocuklara annelerin ulaşmaması içinse ne demeli? Bir de bu açıdan bakmakta fayda vardır.

Demirli balkonlarla süregelen hayat, yaşayan ölülerin tabuttaki yaşantısıdır. Aynı zamanda öbür boyutta iki medeniyetin mimarî biçimi de mukayese edilmiş olmalıdır. Bu şairin poetikasında yer alan ifade tarzından kaynaklanır. Hakikatten İslâmî Mimarî ile Batı Mimarî tarzı birbiri ile uyuşmayan iki tarzdadır.

 Sayın Akın, bilirim siz hemen Batıyı Hıristiyan gözlüğü ile eleştirdiğimizi sanacak ve bu taraftan haklı olduğunuzu yazacaksınız. İmdadınıza gelecek olanlar da başka şeyleri yanlarına katıp, söylediğimizi söylediğimize pişman edeceksiniz.

Sezai Karakoç’ta geçmişe özlemi çağrıştıran ifadeler yok mu? Ergani’de geçen çocukluk dönemlerine bakıldığında tek katlı evlerdeki yaşamdan esintiler bulunmaz mı? Toprak damlı evlerde yaşayan insanlar ve eşikten adımını atar atmaz sokağa açılan avlu kapısı.

Bahçeli evlerde yaşayan bir önceki kuşak, halen apartmanları beton mezarlara benzetir. Bende de bu his vardır, şehirde yirmi senedir yaşamama rağmen.

Siz, Karakoç’un “Bahçe Görmüş Çocukların Şiiri” ile “Eski Kirazın Gereği” şiirini okudunuz mu? Zannetmem. Okumuş olsaydınız, balkon saplantısından kurtulurdunuz.

Düşünen insanı ölü hale getirenler, bu insanların yaşayan bir ölü konumunda cesetlerini balkonlara gömmeleri söz konusu olabilir mi, üçüncü dörtlükte?  Yaşarken rahat etmeyenlerin ölürken balkon tipi mezarlarda da rahat etmeyeceklerini bilmez misin? Lakin insan susturulursa, balkon tipi mekânlarda ikamete tabiî tutulursa yine düşünceleri ile yaşamaya devam eder, edecektir. Batı, insanımızı balkonlarda yaşamaya hapsederken ne demeli?

Sayın Akın, zihin jimnastiğine çıkalım, bu yazıda. Kimi numaralı evler vardır, inkâr etsek bile. Bu evlerin balkonlarında ve pencerelerinde yetişkin çocuklar vardır, bilirsiniz. Onlar seyre dalanları da muhakkak benim gibi bilmektesiniz. Bu balkonlara çıkan kızları ve kadınları, hangi anne ev içine çekebilir? Balkon demirleri buna engel değil midir? Matematik işlemi gibi de konuşmamaktayım. Bunu denemek ne kadar zor, bilmektesiniz. Bu annelerin bağrına taş bastıklarını ikimiz de bilmekteyiz.

Çocuk düşerse ölür çünkü balkon

Ölümün cesur körfezidir evlerde

Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların

Anneler anneler elleri balkonların demirlerinde

 

 

Evet, bu şiiri bu insanlar için düşünelim. Bu insanların içine düştüğü durumdan muzdarip değil miyiz? Şiire yorum getirmekse amacımız, bırakalım bizim medeniyetimizle batı medeniyetini. Bu açıdan düşünelim, bu dörtlüğü.

Bilirsiniz N.F.K’da bulunan Büyük Doğu ideali gibi Karakoç’ta da Diriliş ideali vardır. Bu egemen düşünceyi kimse yok göremez. Şairin Diriliş Ekolü’nden habersiz olmak, kendisi hakkında bir şeyler söylemesini engeller insanın. Ki şiiri de her ne kadar sanatla iç içe ise de esin kaynağını bilmektesiniz. Kalkıp Balkon Şiiri’ni okurken biri nasıl olurda “Şair, balkonsuz bir ev düşünür? diye kendince boş işlerle uğraşır, sanatla şiirle iç içe olan bir insan?

Sezai Karakoç, şiirinde çocukları balkona düşen annelerin dramını anlatır. Balkonlar, insan hayatını karartan birer tuzaktır. Balkonlar, günümüzde evlerimizde evin içini gösteren birer penceredir. Bu şiir yazılırkenki hayat farklıydı, şimdi farklıdır. Balkonlarda olan hayatı görenler, balkonlardaki saf ve masum çocukları önce sokağa sonra caddelere ve sonra da kendi çirkin emellerine alet etmediler mi?

Kimisi “İnsanın kendisini eve hapsetmesini istiyorsunuz” anlamını çıkarabilir, bu açıklamamdan.

Karakoç, bu şiirinde çocukları balkona düşen annelerin dramını anlatır.  Bazısı, “Çocuklar pencereden de düşebilir.” mantığını yürütürse o zaman ne diyelim, bu yazımızı okuduktan sonra? İşte Bay Yabancı, bu soruları sormaktadır: ”Evleri penceresiz yapan mimarları alınlarından mı öpmeye koşacağız?” Karakoç, penceresiz evlere karşı çıkmıyor mu yıllardır ve bunu anlatmıyor mu?  

“Bu şiir, taşıdığı ‘yasakçı’ anlamıyla beni hep rahatsız etmiştir. Ben, çocuk hastanesinin karşısındaki oyuncakçıları sevmem” biçiminde alaycı tavırla tenkit etmeye cüret eden Bay Yabancının hatırı için Karakoç’a sormak lazım:”Siz, bu şiiri balkondan çocuklar düşmesin diye mi yazdınız yoksa çocuklar balkona çıkıp yabancılar görmesin diye mi yazdınız?”

Eminim ki Karakoç, “Sunay Akın” isimli Bay Yabancı’yı ciddiye almamıştır.. Bakmayın bizim sayfalar dolusu şiiri izahımıza.   Çok esef verici bir durum. Şair olmanın hissiyatından uzak, düşünmekten uzak yapıda olan Bay Yabancı, köşe yazarı olmanın keyfiyle bir de isim bulmuş yazdıklarına:”Veşaire Veşaire.”

Aslında yazdıkları da köşe ismine yakışmış, anlaşılan; ” Veşaire Veşaire.” Daha ciddî duracak bir başlık yok mu? Aslında şairânelik kokar diye yapılabilir, bu isimdeki farklılık. Ciddîye de alınmasa bile biz, edebiyat ve sanat ile kültür ağırlıklı her şeyi ciddîye alırız. Bundandır, yazmamız.

Sezai Karakoç’un Balkon şiirinin son dizesinde “Pencere” ifadesi yokken, “Evleri penceresiz yapan mimarların alınlarından öpmeye mi koşmalı?” sorusunu soran Bay Yabancı, ciddiyetsiz biçimde davranmıyor mu?

Anlayabildiğim kadarıyla “Yasakçı” olarak itham edilen Karakoç, daima yasaklara karşı çıkmış biridir. Fakat Bay Yabancı, şiirin özünü anlamaktan mahrum ise ne yapmalı?

“Her ev balkonlu olmalıdır.” iddiasında olanlara, “Ben balkonu olmayan, geniş avlulu ve bahçesi olan evleri severim.” demenin yanlış bir tarafı var mıdır?

Ben, insanların ve özellikle çocukların balkonlara düşmesini istemiyorum. Bu yüzden balkonlara karşıyım. “Düşme”, bilinmelidir ki “yüksek bir yerden sert zemine çarpma” olarak algılanmamalıdır. Bu düşme, “ahlâkî alanda toplumun alçalması” demektir. Şairin dizelerine yüklediği anlamın manasını kavramayanların, kalkıp” Ben çocuk hastanesinin karşısındaki oyuncakçıyı sevmem” ifadesine  ne demeli? 

            Bana sormayın böyle nereye

Koşa koşa gidiyorum

Alnından öpmeğe gidiyorum

Evleri balkonsuz yapan mimarların

 

Bu dizelerden nasıl bir mana çıkabilir? Balkona düşüp, hayatı kirletilen çocukları için anneler, balkon demirlerine tutunarak ömürlerini acılar içerisinde geçireceğine, “Balkon” ile sembolleştirilen “Çocukların hayatını karartan batı yaşantısını” reddetmek ve kendi özüne dönerek medeniyetinin gereği gibi yaşamak varken, insanlığı daracık tabut mekânlara sıkıştırmaya, onların hayatını bu zindanda çürütmeye kim rıza gösterir? Elbette evleri balkonsuz yapan mimarların alnı öpülmeye değer.

Ev, insanın iç dünyasını sığdırdığı, yabancıyla paylaşmadığı duygularının ve düşüncelerinin yoğunlaştığı, sırların dışarı çıkmadığı, saklı tutulanın o dairede rahatça bilindiği, özgürlüğün alabildiğince enginliklere açıldığı semboldür, aslında. Evler, balkonsuz yapılacaksa, insanlar daha rahat biçimde yaşayacak, balkonlara esarete mahkûm olunmayacak, balkonlara düşme tehlikesi de ortadan kalkacaksa, evleri balkonsuz yapan mimarları sevdirten insanlara bu öfke neden ve niçin?

Bay Yabancı, bu konu sizin o ufkunuzu aşmakta ve siz, bu yazınızı yazarken şairi bilenlere sormalıydınız. Sormalıydınız, evlerin niçin balkonsuz istendiğini. Bizim insanımız balkonsuz evleri istemektedir. Hayat, balkonlu evlerde sıkıntılıdır. Caddeler, sokaklar hayatın bir parçasıdır. Orada herkes yaşantıda zorunlu olanı yerine getirir. Fakat balkonlardaki yaşantı, yabancıya sırların verilmesiyle eşdeğerdir. Siz, bu sırlarınızı verdiğinizde, olacak olanlar bellidir. Halen balkonlarında oturulmaz, şehrimizin. Balkon, ancak mecburiyet durumunda kullanılır, kullanılmaktadır. Bunu bilmenize rağmen kalkıp kast edilen mana ortada iken Karakoç’la yaşınıza başınıza bakmadan yarışmanız akıl kârı değildir. Balkonsuz bir evde yaşamanın keyfini bilemezsiniz.   Kalkıp bu ülkede balkonsuz ev bulacağınızı zannederseniz yanılırsınız. Böylesi bir ev, aslında ülkedir, vatandır, medeniyettir. Siz, demirlere takılı kalıp düşünürsünüz. Bay Yabancı, zihninde balkonsuz evleri, penceresiz olarak düşlemiş olmanız üzüntü vericidir. Balkonsuz ev hayaliniz olmadığı için, oturduğunuz evde yaşamaya devam edin. Biz, balkonsuz evlerin hayali ile ömrünü tüketen Karakoç’u anlamaktayız, sevmekteyiz.

Evleri balkon ile sınırlandıranlar, ellerinde cetvellerle kaç devlet kurdurtmuş? Bunu bir atlasa bakarak hemen anlayabilirsin. Bu evleri balkonlu yapanların sırlarını ifşa etmesi, kaç leş yiyen akbabalar gibi ülkeleri başımıza musallat etmiştir? “Son seferleri bitmiştir.” diyenler, yanılmadılar mı?  

Siz, bu şiirin o denli kolay yazıldığını mı zannedersiniz?

Bay Yabancı, kalkıp balkon kelimesini hecelersek bal-kon heceleri çıkar. Bu kelimenin yabancı olduğunu sen de benim gibi bilirsin. Salon kelimesi de dile yabancılardan alınarak girmiştir. Bazıları, “Rahat nefes alalım, işin-mesainin stressini bir çay içerek, dinlenerek rahatlayalım.” Manasında “bala kon- mealinde bu balkon kelimesini anlayabilir. Fakat benim ve senin gibi okuyan insanlar, bunun böyle olmadığını bilmelidir. “Balkon” yabancı bir kelimedir, mimarîmize sonradan girmiş bir ifadedir. Aslı olmayan bu ifadeyi dışlamamız, insanımızın özüne dönüşünü simgelemektedir. Ve siz, halen bunu bilmemektesiniz.

 Bir çok juride bulunduğunuzu bilmekteyim. Kuzum, bu bilginizle hangi  ülkeleri fethedebilirsiniz? Merak sâikîyle sormadan edemiyorum.

Biz balkonlarda saksılara hapsedilen çiçeklerin topraktan koparılmasına gönlü razı olmayan insanlarız. Çiçekler saksıda değil, evin bahçesinde hayat bulmalı. Balkonlara sığınanlar, hayatlarına “hayat” diyorlarsa o ayrı bir konudur.

Size boncukları ipe dizer gibi şiiri anlatmaya çalışırken, bu satırları okuyanlara ne eziyetler çektirmekte olduğumun farkındayım.

“Balkon” olarak adlandırdığınız alana çiçeklerin saksıda hayat bulmasına karşıyım. Çiçekler saksılara, insanlar balkonlu evlere hapsedilmemeli, kadınlar çocuklarını beklememeli. İnsan eğer, bunu anlamayacak kadar düşünmüyorsa şairin ne günahı var, ne hatası var?

Sayın Bay Yabancı, Balkon’un ilk dizesine bakınız. İlhan Berk hayattadır. Kendisine de sorabilirsiniz:”Bu şiirden iki dizeyi antolojine niçin aldın?” İlhan Berk, size bunu açıklar, düşüncesindeyim.

Körfez-Şahdamar-Sesler’den bir bölüm sunuyoruz:

            Kırmızı kiremitler üzerine yağmur yağıyor

Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz

Yağmur yağıyor ve bazı tahtalar vardır

Suyun içinde gürül yanan

Dudağımı büküyorum ve topladığım çalıları

Bekçi Halilin kız kardeşinin çocuğuna ait

Daha doğrusu halasından kendisine kalacak olan

Arsasındaki yıkık duvarın iç tarafına saklıyorum

Hiç kimsenin bilmesine imkân yok

 

Ev, Karakoç’un şiirinde yok mu? Vardır, elbette. Necatigil, şiirle insan ömrünün iç içe olduğunu ifade ederken şairin şiirlerine evlerden bir şey katmadan girişine ”Şaşıyorum” der. İlhan Berk, “Eve dönen / Yıllardır yalnızlıktı benimle” der.

Ev içinde anne-baba-kardeş-eş… Sürekli bir medenî yaşantının hatırlayıcısıdır.

Ötesini Söylemeyeceğim şiirinde yabancıların istila ettiği bir demi ele alır, Karakoç; anlatıcı on yaşındaki çocuğun dilinden:

“Ben siz belki bilmezsiniz on yaşındayım

Annem böyle konuşmak ayıptır dedi

Annem o kadına şeytan diyor

Bizim kediler de ona tuhaf tuhaf bakıyorlar”

….

Evet Siz şeytanı çok seviyorsunuz, Bay Yabancı. Sevmeseydiniz, ısrar etmezdiniz bunca zaman.

….

Bay Yabancı, kedilerin bile tuhaf tuhaf baktıkları o kadın, niçin “şeytan” olarak yaftalansın? Sakın ola ki çocukluğunda balkona düşenlerden olmasın, o kadın?

Aile hayatını çatırdatan bir çok sebepler vardır. Bir de “Çatı” şiirine bakıp Bay Yabancı’ya Şairin iç dünyasını sunalım. Balkon’da anneler demir engellere takılıp beklerken yitip giden çocuklarına ağlar, çaresizce yardım eli uzatamadıkları için. Çatı’da ağlayan erkektir, şairin kendisidir anneler için, çocuklar için. Yaşanan yoksulluklara isyanın dili olan Çatı Şiirine bakalım:

“Kaç aç varsa hepsi ben

Kaç hasta varsa hepsi ben

Kaç liman önlerinde dönen

İşsiz hamal hepsi ben

 

Kaç aşktan ters yüz edilmiş

Aşık varsa hepsi ben 

Bütün çiçeklerle donanıp

Bütün insanlarla ölen

 

Atılmış kömür toplar

Annelerinin zoruyla çocuklar

-Başka çaresi ne annenin-

Çocuklarıyla yere çarpılan

 

 

“Ben o çocuklarla yere çarpılan

Sevgili deyip yere çarpılan

Sedye taşımaktan kolu tutulan

Bu sessiz çılgın çalkantıda”

 

Bay Yabancı, Karakoç dağılan bir aileden duyulan ıstırabı nasıl yaşamaktadır, ruhunda? Anne ve çocuk arasında gidip gelen şair, nelerden bahsetmektedir?

Batış şiirine bakalım:

             “Güneştir düşen turuncusunda menekşeler sunarım

Gece artık hiç dönülmeyecek o yerlerdeki sevgiliye

Çocuklara kekik toplıyan o sevgiliye

Bir kekik uzatan çocuk anne deyince

              Denizin dibinden çatı çeken

              Çocuk üstüne arkadaş üstüne”

 

            İpin Ucunu Kaçıran İnsanlar’da ailenin çatırtıları duyulur. Bu çatırtılardan haberli misiniz?

            Biri annem demişti annem

Bana ekmek vermezdi farelere verirdi

Bir adam(bu babasıydı) her gün gelirdi bize

Niçin bilmem her gün gelirdi”

 

Necatigil’in de belirttiği gibi bir şair şiirinde mutlaka eve, dolayısıyla ev içi insanına, hayatına, problemlerine yer vermelidir. Sezai Karakoç, şiirinde bunu ihmal etmemiştir.

Çünkü aile, toplumun temel çekirdeğidir. Şair, aileyi ele alırken Diriliş temasını okuruna izah etmeye çalışır, tüm çabasıyla.

Bay Yabancı, Bahçe Görmüş Çocukların Şiiri’ne bir baksın:

             “O yıllar savaş yıllarıydı geceleri karartma

Gündüzleri fırın önlerinde birikirdi halk

Biz çocuklarla büyükler arasındaki fark

Bir yanda şehir bir yanda kiraz bahçeleri”

 

Anlaşılan Bay Yabancı, hala kiraz bahçelerinde dolaşmaktadır. Karartma gecelerinde ve ekmeğin bulunmadığı demlerde çocukça bir ifadeye bakarak, “Canım kiraz bahçelerine gidemedinse marketlerden al.”gibi tanıdık gelen  bir açıklamada bulunacak mı? Hiç sanmam, bundan sonra.

Somut adlı şiirinde yine ev vardır, yaşamın zorlukları yer alır:

“Bağda bahçede evde

Gezinmiyor ki o yüksek öfke

O savaş kokusu av hali

Mutfağa kilere dönük av borusu

 

Her eşyanın bir konumu yok evde

Mirasın mirası çocuk sesleri

Geceyle ışıkla o tabiatüstü yarış

Soğuğa sıcağa o insanüstü tepki

 

Tüyü onurdan horoz

Yankılı at gözegöz köpek

Pınar hışırtılı kedi

Ve evin mercan gözlü fareleri”

 

Şimdi Sayın Bay Yabancı’ya şairin farklı bir balkon ifadesini sunuyoruz. Şairin kastettiği de sakın ola ki anladığın balkon değildir, yine:

“Balkona çıkarız geceleri

Denize bakarız uzun uzun

Görmek için gözlerini

Ta uzaklarda yaşıyan annemizin”

 

Deniz şiirinde anne ile çocuk arasındaki bağ oldukça güçlüdür. Fakat görünen anne, Bay Yabancı’nın bildiği anne değildir. Beklenen anne, istenen anne Diriliş ile gelecek annedir.

Kanarya’da “O çocuklarla yere çarpılan” ben, çocuklar sevinsin diye kitap ve kanarya hediye eder. Kitap bilgi içindir, kanarya kuşların kafese tıkılmaması için, kısacası çocukların da kanarya gibi görülmemesi içindir:

Bir deniz kıyısında

İçim sedef ve kan

Dağıtırım çocuklara

Kitap ve kanarya

 

Şair, çocukların çocukluklarını yaşamadıklarından dertlidir ve onları bekleyen tehlikeleri bilir. Bir tarafta sevinç vardır bir tarafta üzüntü. Sedef ve kan birer remzdir.

Bay Yabancı, “Ben çocuk hastanesinin karşısındaki oyuncakçıları sevmem!” derken, kimin oyuncakçı olduğunu söylemez. “Köpekli Adamın Merakı” yazısında hakikatten oyuncakçının kim olduğu belli değildir.

Sezai Karakoç’un Eski Kiraz Gereği şiirinde kiraz bahçelerinde çocukluğu geçen adamın ölüm anını anlatmaktadır:

Kiraz ölünün kadehinin  yanındaki

Fakirler hastanesinde komodinin üzerindeki

Yemek için değil çekmek için dudaklarla

Ölürken kiraz koymalı ağızlara

 

Görebileceği bir yere koydurdu kirazları

Kiraza baka baka öldü

Hangi aydınlık içindeydi biliyorum

Hatırlıyordu çocukluğundaki

Kiraz bahçelerini, eski kirazın gereğini

 

Kiraz bahçelerini dolaştı mı Bay Yabancı, bilmiyorum. Çocukluğu eminim geçmemiştir, kiraz bahçelerinde.

Bir apartman dairesinde geçer çoğunlukla böyle düşünenlerin hayatları.

Annesi ölen bir insanın acısını, ancak annesi ölen bilir. Çocuk ölünce annedir, ağıdı yakan, canından bir parçanın gittiğini anlayan. Anne ve Çocuklar’da durum farklıdır:

Anne öldü mü çocuk

Bahçenin en yalnız köşesinde

Elinde siyah bir çubuk

Ağzında küçük bir leke

 

Çocuk öldü mü güneş

Simsiyah görünür gözüme

Elinde bir ip nereye

Bilmez bağlayacağını anne

 

Kaçar herkesten

Durmaz bir yerde çocuk

Anne ölünce çocuk

Çocuk ölünce anne

 

 Bay Yabancı, şairin kendisi hayatta iken daha ne yazabilirim? Şairin “Reklâmlarda Yaşama”, “Büyüyüp Te Çocuk Kalmak”, “Yapı Aralıkları”, “Rubailer başlıklı şiirlerinde “Anne-Çocuk” ikilemi ön plândadır. İlgilenecek okurlar ve özellikle Bay Yabancı, “Bu şiirleri okusun” diye açıklamamıza alınmadı. Lakin 3. Rubaiyi almadan edemiyoruz, yazımıza:

Doktor istemem Annem gelsin

Yataklar denize atılsın

Çocuklar çember çevirsin

Ölürken böyle istiyorum.

 

Sahi körfezler de denize açıldığı için  yitirilen gemiler varken, balkonları ölümün körfezi sayan şair, her türlü boğulmalara karşı tedbirin alınmasını isterken, çocuklarını boğulacak gören annelerin çırpınışlarına, acılarına ortak olmak varken, Sunay Akın ne düşünür?

Denize düşüp girdaplara kapılanları kollamak suç mudur? Batı medeniyetini çürük balkona benzeterek, balkona çıkanları denize attıran anlayış karşısında annelerin dili, sesi olmak ne zamandan beridir ayıplanır bir hareket olmuştur?

Keşke Bay Yabancı, bu anlattığım son cümleleri okusanız, Balkon’un niçin yazıldığını anlardınız. Bu şiirin başka bir yerde bu tarz açıklaması yok. Bunu da sayenizde ortaya çıkarttım. Sadece ve sadece üstte yer alan iki paragraf, bu şiiri açıklar. Okuyun ve bunu da bizden esirgemeyin.

Sayfalar tutan yazımı elinizin tersiyle itin. Yazdıklarımı yazmamış bilin. Sadece bu iki paragrafı sindire sindire okuyun ve Balkon’un gerçek manasını anlayınız. Biliyorum, bu yazıyı zamanı içinde okumayacaksınız. Okuyunca hem Şairi ve hem de Dirilişi’i anlayacaksınız. Belki de bizi anlamamaya yine devam edersiniz.  

Sayın Akın, konunun daha iyi anlaşılması, ezberde tutulması gerektiğinden;

             Çocuk düşerse ölür çünkü balkon

Ölümün cesur körfezidir evlerde

Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların

Anneler anneler elleri balkonların demirlerinde” diyoruz, Şairine katılarak.

 Açıkcası  Sezai Karakoç yaşadıkça, kendisi durdukça bizim onun şiirlerini tahlile çalışmamız, Üstad’a saygısızlık olur. Bundandır, sözü kısa kesmemiz. O, izin verirse başka. Biz Bay Yabancı’ya ve diğer yabancılara şiirini tanıtmaya hazırız. Peki yabancılar, Diriliş Şiirini anlarlar mı? Tüm mesele burada.

Açıklama: Sayın Sunay Akın 25 Ocak 1995’ten bu güne Karakoç’u okumuş ise belki Balkon’a dair görüşlerinde bir değişiklik olmuştur. Olmamış ise olmasını bekleriz!... Bu makale, 27 Ocak 1995 Tarihinde kaleme alınmıştır.

                              

 

 

                          Mona Roza üzerine Bir Açılım

“Mona Roza” denilince kimilerinin aklına o ünlü hale getirilen Mona Lisa Tablosu gelir, ister istemez. Bu tabloya dair anlatılan bir çok özellik vardır, çizen ressamına dair anlatılan bir çok husus vardır.

Bizim de bu tarz yıllar yılı anlatılıp, şiirin yazılışının sebebine dair sır olarak kalan bir yön açığa çıktı. Şairin Mülkiye’de okurken sevdiği genç kızın ismini akrostiş olarak yazdığı Mona Roza’nın büyüsü çözülmüş(!) Böyle yazdı, kimi yazarlar.

İnsanın hayatına dair özel durumlarını deşifre etmenin ne anlamı var? Muazzez Akkaya’nın isminin gizlendiği şiir, alenîleşti. Şairinin sır gibi sakladığı bu özelliği ortaya çıktıktan sonra iş, magazinleştirildi. Cahit Sıtkı için de uzun zaman bu konu ele alınmıştı” Acaba sevdiği kimdir? “ Nihayetinde bu açıklığa kavuştu da ne oldu?Mona Roza, gerçekten şairinin genç yaşta yazdığı anıt bir eserdir. Bu şiir, aşkın şiirimizde efsane ismidir.  

 Ey Sevgili şiirini okumalı, şiir sevdiğini ifade edenler ve Şairin nasıl şiir yazdığını görmelidir.Lakin, bu şiirini ezberleyenlerin diğer şiirlerini ezberlemelerini de bekler, insan.

 Karakoç’a duyduğumuz saygı sebebiyle gerekmedikçe eserlerinden alıntı yapmıyoruz. İsteyen okurlar, merak ettikleri şiirleri eserlerini temin edip okuyabilir. Sadece dosyamızın sonunda Mona Roza ve  Diriliş eksenli birkaç şiirine yer veriyoruz.

 

               Sezai Karakoç’un Yazılarında Şiir-Şair İkilemi

İslamın Şiir Anıtlarından” Karakoç’un İslâm Şairleri’nden bazı şiirleri tercüme ettiği Diriliş Ekolü’nün Şiir Cephesi’nin beslendiği kaynaklara dikkat çeken bir eseri. “Birkaç Söz” başlıklı makalede yer alan açıklamaları:

Bu ülkede her anlamda kıyıldığı gibi şiire de kıyılmıştır. Geçmişle ilgi kesilmiş, dünyanın en basit taklitçi şairleri büyük şair diye ilan edilmiş, bunların sonucu olarak da şiire karşı büyük bir ilgisizlik doğmuştur. Bir toplumun kalbini tazeleyen başlıca ruhî gıdalardan biri olan şiir böyle bir ……..uğratılınca, toplumun ölü hale gelmesi, bu açıdan da uygarlığımızın düşmanları tarafından gerçekleştirilmiş oldu.”(Sh. 9)

Şiire önem verilmeyişin sebeplerini sorgular, Şair. Bu karamsarlık, Karakoç’a göre geçicidir. Çünkü Şair, bunun cevabının er geç verileceğini, hesabının görüleceğini belirtir:”Tekniği amacına uyduran yeni bir şiir gelecektir. Yeni yöntemlerle gelecektir geleceğin şairi. Gelecektir ve toplumu yeniden kendine döndürecektir.”

Şair’in toplumu değiştirme gücünü ima ederek, “Bu çalışmalarımız buraya varmak içindir.” Biçiminde kesin bir yargıya, hükme varır:”Umutsuzluğun en belirdiği yerde umut belirir. Sınır aşıldığında tersine dönüşülür. İnsanlık komedyası sona erer ve perde yeniden açılır. Hakikat yeniden sahneye koyar kendini.”(Çağ ve İlhamIII Sh. 10)

Sezai Karakoç, “Bu ülkede her anlama kıyıldığı gibi şiire de kıyılmıştır.” diyerek kıyılan anlamlara yüklediği mesajı şu şekilde açıklığa kavuşturur:” İslâm bugün, Batı Medeniyet ve Kültürünün insanlığı büsbütün yok etmememsi için direniyor. Bu direnişi dile getiren güçlü romancı, şair ve düşünürlerimiz yok. Batılı kadar habbeyi kubbe yapamadığımız için ne medeniyet ve kültürümüzün yüceliğini tam anlatabiliyor, ne de şerefli direnişimizin destanını yazabiliyoruz.”(Sur Sh.30)

Dirilişi gerçekleştirme anlamında yaşadığı ülkenin yüklenmesi gereken sorumluluğu yerine getiremediğini ve bunda şairlerle edebiyatçıların ihmali olduğunu vurgulayan Karakoç, sanat ve sanatçı arasındaki ilişkinin yeterince sorgulanmadığını bilmektedir.

Diriliş ismini sembol olarak seçen ve böyle bir eksende fikrî mücadelesini veren Yazar, kalemini her alanda eser vermekle mükellef tutar. O, inandığı davanın sadık savunucusudur. Ne olursa olsun Diriliş ile düşüncelerini açıklar, düzyazılarında bunu dile getirir, şiirlerinde bunu şairane tarzda ifade eder.

Edebiyat Yazıları’nda Şairi “Sanat Adamı “biçiminde isimlendirir. Edebiyat Yazıları’nda ”Şair de bir sanat adamı, has bir sanat adamı olarak duygularını, izlenimlerini, anılarını, umutlarını, öfkesini, sevincini, sevgisini, acısını, duyarlığını kimi kez bir kazma, kimi kez bir çekiç gibi ve daha nice araçlar gibi kullanarak, dilden kullanılabilir kütleler koparır, onda soyutlamalar yaparak, kelimeleri bazen tüm bağlarından sıyırarak, bazen tüm bağlantılarını bir noktada yoğunlaştırarak, bazen da en ihmal edilmiş ya da unutulmuş bir bağıntısını kabartmalaştırarak ve sonunda önüne serilmiş bu sırat köprüsü sarhoşu unsurlar bütününe ruhundan diriliş soluğunu üfleyerek, eserini ortaya kor.”  diyen Karakoç, “Bütün bu işlemleri bir sıra dahilinde yapabileceği gibi, düzen sıra ve anahtarı kendinde olmak üzere, bütün sıraları altüst ederek de yapabilir. Uzun bir sürede de birdenbire de doğabilir, eser onun ruhunda ve kalbinde.” (sh 18-19)

Sanatçıyı şöyle tanımlar:” Sanatçı, adeta, bilemediğimiz bir dünyadan, bir kaza sonucu, dünyamıza düşmüş bir yaratıktır.”(sh. 20)Bu orijinal bir tanımlamadır. Bu tanımlamada sanatçının farklılıkları da ön plândadır.

Sanatçının olaylara ve durumlara bakış açısı oldukça farklıdır. Sanatçının duyarlılığı, elbette sıradan duyarlılık değildir:”Bazılarının sandığı ya da iddia ettiği gibi, o, yabancılaşmamış, yabancılaştırılmamıştır. Düpedüz yabancıdır, o. Yabancı gelmiştir ve yabancıdır. Ona düşen, bu yabancılığı ortadan kaldırmak, şu dünyaya alışmaktır. Dünyayı tanımalıdır, ilkin. Ona seslenmeli, dost olduğunu söylemelidir. Onun gönlünü kazanmalıdır. “(sh 20)

Sanatçıya yaklaşımı farklıdır. Sanatçının gözlem yapması değişiktir: “O, bir yorum dehası, bir açıklama furyasıdır. Anlatacak, anlatacak, bin ayrıntıyla görüşe aldanmamalarını dünya yurttaşlarına söyleyecektir.”(sh 21) Bu yorum, Şairi” Sanat, kaçsa da inkar etse de ‘Tanrıya doğru’dur hep” fikrine götürür.(sh 23)

Sezai Karakoç, sanatçıda ilahî duyumlar olduğunu kabul eder. Çünkü sanatçı, “Peygamberler de gelmişlerdir; ama onlar ‘dosdoğru’ gelmişlerdir. ‘Gönderilmişler’dir. Gelmenin, gönderilmenin bilincindedirler. Oysa, sanatçı, çoğu kez geldiğini bile bilmez. Ya da çok sonraları onun farkına varır. Bazen da ta gidinceye kadar bu ‘geliş’ten haberli olmaz.”(sh 21)

Şair’i inancından dolayı metafizikle fazla ilgilenir bulanlara adeta verilen cevap:”Şairler, hiçbir çağda, metafiziğe yabancı, fizikötesinden vareste olmadılar. Onda müstağni kalamazlar, ne yapsalar…”(sh 26)   

Karakoç’un İslamın Dirilişi adlı eserinde şehirlere seslenişi vardır:” Ey Dicle, Ey Bağdat, Ey Şam, Ey Fırat, Ey İstanbul, Ey Diyarbakır, Ey Nil, Ey Mısır, Ey aydınlık şehir Medine nerde senin kelimeleriyle, ürpertili sesleriyle, insanlığı, bal rengi bir insanüstüler bölgesine, ilhamın yüce dünyasına çeken şairlerin?”(sh 52)

Karakoç’un düzyazılarındaki gezintide şiir ve şair hakkındaki düşünceleri netleşmiştir, sanırım. Şair, daima inanç, kültür ve medeniyet üçgeninde şiiri ve şairi aramanın gerekliliğini ifade eder. Kendi köklerine yabancı olmanın, şairine ve şiirine bir şey kazandırmayacağı ortadadır. Bu sebeple   sanatçının misyonunun önemli olduğunu vurgular ve sanatçıyı görevlendirilmiş insan olarak tahayyül eder, kişi farkında olmaksızın. Karakoç’un düzyazılarında alıntıları çoğaltmanın ne gereği vardır? Zaten, şaire ve şiire yüklediği anlam, yeterince açık değil midir?

Hà©Ķ£¥

Bugün 20670 ziyaretçiögrenci
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol